DEĞERLİ ÖĞRETMENLERİMİZE TEŞEKKÜR EDİYORUM
Aslında Orada Hiç Olmaması Gereken Bu Öğretmen Orada Ne Mi Yapıyor?
İşte Tüm Ayrıntılarıyla Cevabı;
Sevgili arkadaşlar bu yazımı resimdeki Sayın öğretmenimize lütfen iletiniz. Kendileri hanımefendi konuyu zaten çok iyi bilmektedirler. Aslında bu konuyu eğer alçakgönüllülük gösterebilirlerse Sayın öğretmenimizle birlikte o gün orada bulunmuş olan tüm öğretmenlerimizden de dinlemeyi, hatta yazmak isterlerse de yazacakları yazılarından da okumayı çok isterim. Sonuçta bu benim için önem arz eden bir anıdan ziyade ders niteliğinde olan önemli bir hayat tecrübesidir. Bunun oluşmasında ve bu derste elbette kendilerinin emekleri var. Ancak bu derste asıl öğretmenliğin ne olduğunun veya ne olmadığının cevabını bugün ve gelecekte şuurlu olan tüm insanların vicdanlarına bırakıyorum.
Resimdeki Hanımefendi Kim?
Onu sektörümüzde birçoğu tanır. Ankara’da bugünlerde artık yerinde olmayan Türkiye’nin ilk otelcilik ve turizm okulunda birçok kişinin öğretmeni olarak kendisi çok uzun yıllar görev yapmıştır. Türkiye’de mutfak sanatları, turizm ve otelcilik alanında bugünlerde bile halen belirli konumlarda bulunan tanınmış çoğu kişi onu iyi tanıyabilir.
Bu değerli öğretmenimiz yüksek dereceyle mezunu olduğum o okuldaki eğitim hayatım boyunca içinde olduğum hiçbir sınıfta asla bulunmamıştı. Hiçbir zaman sorumlu sınıf öğretmenimiz de kesinlikle olmamıştı. Buna rağmen okuldaki kıdemlerinden kaynaklı olsa gerek diye düşünüyorum; okulumuzu temsil ettiğimiz uluslararası etkinlikte yer almışlardı. Bu değerli öğretmenimiz o etkinliğe katılan diğer arkadaşlarımın da öğretmeni asla olmamışlardı.
O günün şartlarında önemli diyebileceğimiz mücadeleden tam bir gün önce İstanbul Zeytinburnu’nda kaldığımız otelcilik okulunun uygulama otelinin lobisindeydik. Kendileri morallerimizi bozmak pahasına oldukça yüksek sesiyle azarını özellikle şahsımı hedef alarak benden hiç esirgememişti. İlk başlarda bu anlamsız çıkışına hiç anlam verememiştim. Çünkü dediğim gibi anlamsızdı, yersizdi ve abesle iştigaldi. Tabii eğer kendisinin amacı bize destek olmak yerine köstek olmak değilse anlamsızdı, yersizdi ve son derece abesle iştigal bir davranıştı. Ancak sonraları taşlar yerine oturmuştu. Aslında bu öğretmenimizin bize göre çok anlamsız, yersiz olarak gözüken o absürt çıkışı onun penceresinden baktığınızda bir amaca yönelikti. İşte düşünmemiz gerekende o amacın ne olduğu ile ilgili konular olmalıydı. Yine düşünmemiz gereken o amacın arkasında başka kim ya da kimler vardı. İşte bu yazımda tüm bunlara ayrıntılı olarak açıklık getireceğim.
Arkadaşlarımızla beraber takım halinde bir mücadeleye katılacaktık. Hatta öğrenci olmamıza rağmen o etkinlikte “Kıdemli usta” kategorisinde, tanınmış otellerde çalışan ustalara karşı yarışacaktık. Bu nasıl olurdu ya da olabilirdi diye sorabilirsiniz. Haklısınız. Çünkü yarışma alanında bulunanlar ve yabancı jüri üyeleri de şaşkın bir vaziyette bu duruma anlam vermeye çalışıyorlardı. Onlar o gün orada bir bize bakıyorlardı, birde gidip yanımızdaki diğer takımlara bakıyorlardı. Sonra yanımıza gelip İngilizce ve Türkçe olarak “Merhaba-Nasılsınız?” gibi sözlerle hâl hatır soruyorlardı. Yüzlerindeki o tebessümleri hala hatırlıyorum. Eğer yaşımızdan ötürü ortada olmaması gereken bir durum olsaydı, bunun çok daha önceden mümkün olmayacağı tarafımıza söylenirdi. Organizasyonu yapanlar yaş sınırlaması koymadığı için yaşla ilgili bir problem çıkartacaklarına hiç ihtimal vermiyordum. Kısacası orada bulunan 3 genç Türk aşçısının “Kıdemli ustalar” ile yarışmaması için ortada hiçbir makul neden yoktu. Bizde zaten her olasılığı düşünerek kısıtlı ekipman desteğine rağmen oraya çıkmıştık.
3 gençten kurulu takımın yanında ise Türkiye’nin tanınmış otellerinde çalışanlardan kurulu takımlar vardı. Çalıştıkları oteller tarafından her anlamda destekleniyorlardı. Bizim ise okulumuzdan aldığımız destek çok sınırlıydı. Ekipmanlar konusunda yeterli desteğimiz neredeyse hiç yoktu. Bu konuda desteğimiz o kadar sınırlıydı ki, bu yüzden aynı ekipmanları farklı ürünlerin yapımı veya pişirilmesi için bile yıkayıp kullanmamız gerekiyordu. Buda hem bize verilen süreyi hem de çıkartacağımız çalışmaların aynı anda gerektiği şekilde çıkabilmesini olumsuz yönde etkileyecek olan önemli bir etkendi. Örneğin; tatlıları hazırlayacak olan arkadaşımızın ihtiyacı olan ekipmanlar aynı zamanda başlangıç ve ana yemek tabakları içinde gerekli olacaktı. Ya da başlangıç için gerekli olan bazı ekipmanlar ana yemek ya da tatlı hazırlığı içinde gerekliydi. Bu durumdan kaynaklı olarak daha fazla çaba ve gayret harcamamız gerekmişti. Elimizden gelenin en iyisini tüm zorlu şartlara rağmen yapmıştık.
Tabii benim beklentim yüksek sesiyle morallerimizi bozma pahasına gereksiz ve yersiz olarak başımızda yüksek sesle ahkam kesmekte olan bahsini ettiğim resimdeki öğretmenin ekipman sıkıntısı gibi sorunlarımızı çözebilmiş olması yönünde olurdu. Ancak ne yazık ki bugün bile o yarışmayla ilgili olarak geriye dönüp baktığımda bu öğretmenin ve ona ses çıkartmayanların bunları düşünecek veya düşünebilecek kadar kabiliyetli olmadıkları gerçeği ile karşı karşıya kalıyorum. Bu durum bugün bile böyle anlayışları olan tüm öğretmenler açısından ne yazık ki utanç verici bir durumdur. Ancak bunu onların çok azı kavrayabilmektedir. Maalesef bu durumu acı ve vahim yapan bir diğer nokta ise bu hakikatlerin onlar tarafından hiç umursanmamış olmasıdır. Bu veya benzer konularla ilgili olarak aynı kategoride değerlendirilebilecek olan bazı öğretmenler ya kendilerinin çok iyi farkındalar ya da farkında olmaları gereken şeylerle ilgili hiç düşünemiyorlar.
Kaldığımız yer pek masraf gerektirmeyecek olan otelcilik okuluydu. Branşları gereği konuyla hiç alakalı olmayan kalabalık öğretmen kadromuz bile vardı. Ama bize asıl gerekenleri gerektiği gibi temin edememiş olan bir öğretmen kadrosuydu. Görünürde basketbol takımı kafilesi gibiydik diyebilirim. Ancak kafiledekilerin sadece 3’ü sahada görev yapacak olan yıldız oyunculardı. O kafilede 3 yıldız dışında ne malzemeci vardı ne teknik direktör vardı ne de kendi takımlarını gerçekten gerektiği gibi destekleyen takım yöneticileri vardı. Bazı öğretmenlerimiz sanki fırsat bu fırsat diyerek bizle beraber tatile gelir gibi İstanbul’a gelmişlerdi. Anladığım kadarıyla zaten kaldığımız yere bir ücret ödemeleri de gerekmiyordu.
"O yaşta usta kategorisinde nasıl katılım sağlamıştınız?" diye soranlar olabilir. O dönemde katılacağınız kategorilere başvurular yapılırken sizden belirli bir ücret alınıyordu. Yani çoğu yerde olduğu gibi ücret ödeyerek katılım sağlıyordunuz. Yaş sınırı koymamışlardı ve ücretimizi “Euro” olarak ödemiştik. Yani “Kıdemli ustalar” kategorisinde yarışmayı göze alabilecek olan her genç, ücretlerini ödedikten sonra o yarışmaya katılım sağlayabilirdi. Başvuru ödemesini kim mi yapmıştı? Tabii ki öğrenciler olarak biz kendi aramızda yarışma katılım ücretlerinin ödemesini başvurumuzla beraber yapmıştık. Okul daha sonradan bu ödediğimiz katılım ücretlerini ödemiş miydi? işte onu hatırlamıyorum. Belki de ödemişlerdir. Esasen katılım ücretleriyle ilgili olarak geri ödeme almayı zaten beklemiyorduk. Çünkü bizler otelcilik okulu öğrencileriydik. Bir esasa göre yetiştiriliyorduk. Bunun içinde bazı şeyleri ön koşulsuz olarak en başından kabul eden öğrencilerdendik. Yine bizler otelcilik okulunun döner sermayesinin bel kemiği olan öğrencilerdendik. Bizler otelcilik okullarında nöbet ve stajlarımızda bile bir şeyler öğrenebilmek için karşılıksız çalışarak fedakarlıklar yapan öğrencilerdik. Tabii bütün öğrencilerin bu anlayışa saygı duydukları söylenemezdi. O kategoride yer alan bazı öğrenciler okula farklı şekillerde hep zarar vermeye çalışmışlardır. O konuda da bu tarz öğrencilerden biriyle okulumuzun mutfak atölyesinde önemli bir tartışmamız olmuştur. Bu kategoride yer alan o öğrencilerden biri devletin malı deniz diyerek başlayan ve bildiğiniz şekilde sonlanan o sözü söylemesi bile bazı öğretmenleri hiç rahatsız etmemişti. O günlerde böylesi bir sözü söylediği için ciddi şekilde tartıştığım sınıfımdaki bu kişinin öyle bir sözü söylemesi, konuyu anlattığım öğretmenlerin hiçbirinden ufakta olsa tepki bile almamıştı. Bazen geriye dönüp bu çarpıklıklara ya da benzer konulardaki çelişkilere baktığımda bazı şeyleri ve bazı insanların gerçek durumlarını çok daha iyi anlayabiliyorum.
O yarışmadan elleri boş çıkan otel ustaları ve takımları oldu. Bizlere ise “Kıdemli Ustalar” kategorisinde İngilizcede liyakat anlamına gelen ödül belgesini takdim ettiler. Sertifikanın sahibi bölümünde okulumuzun adı ve yarışmacı olarak bizlerin adları yazıyordu. Yarıştığımız seviyeye ve tecrübemize göre vermiş oldukları bizim için o günün şartlarında önemli bir ödüldü. Bunun o günlerde önemli olduğunu söylemek kesinlikle yanlış olmaz. Üzerinde İngilizce olarak “Liyakat” ve “Ödül” yazan o belge, yarışmadan elleri boş çıkan tecrübeli otel takımlarının olduğu bir yerde hatta içinde bulundurulduğumuz olumsuz ahvalleri de göz önüne aldığımızda; bize verilmiş olanlar bizler için ebette o günün şartlarında çok önemli olmalıydı.
Mücadele öncesinde tüm planlar, çalışmalar çok daha evvelden hazırlanıp, yapılmış ve sorumlu öğretmenimiz tarafından da olumlu bulunarak onaylanmıştı.
Lise veya üniversitede dönemlerimde bu konularla ilgili olarak hiç kimseye asla beni seçin dememişimdir. Farklı zamanlarda yeri geldiğinde de dile getirdiğim gibi; bu dönemlerde okulu temsilen katıldığım etkinliklerde ödüllerin yanı sıra şahsıma 19 yaşlarımdayken milli takım kaptanı şef ceketini bile taktim etmişlerdi. Milli takım kaptanı seçildiğimi ise 30.12.2007 tarihinde Hürriyet gazetesinden duyurmuşlardı. Bunların nasıl olduğunun tüm ayrıntılarını da daha önceden yazarak tüm gerçekliği ile anlatmışımdır. Bazı yerlerde birçoğunun çok büyüttükleri bu gibi konumlara gelmek aslında mesleğiniz dışında kalan bazı şeyleri iyi yapabilirseniz çok basittir.
Konuyu dağıtmadan asıl meseleye geri dönecek olursam: O gün orada 3 genç Türk aşçısı olarak birlikte takım olduğumuz diğer 2 arkadaşımla aramızda karşılıklı güvene dayalı bir anlayış vardı. O gün bende heyecanlıydım diyebilirim. Ancak stresi ve heyecanımı kontrol edebiliyordum. Bu yüzden diğer arkadaşlarımı da motive edebiliyordum. İşte tamda burada aslında o arkadaşlarıma vermekte olduğum bu güveni dahi hedef alarak sarsmak istemiş olan bir öğretmenden bahsediyorum. Elbette dereyi geçerken at değiştirilmezdi. O yüzden çok daha önceden belirlenmiş olan planlarımız, şahsıma değişiklik için baskı yapmaya çalışmış olan o öğretmenimizin kıdeminden bile çok daha üstündü. İşte o yüzden de kesinlikle planımız değişmedi, değiştirmedim. Aslında belki de kendileri için kabullenemedikleri taraf tüm bunları o günlerde onlara göre ‘Çocuk’ olan bir öğrenciden öğrenmiş olmalarıyla alakalıydı.
Onun yani bu resimdeki öğretmenin penceresinden konuya bakmaya çalıştığımda bazen düşünüyorum da böylesi bağnaz bir anlayışa sahip olan bir öğretmenin yerinde olmak hiç istemezdim. Bazı şeyleri o gün genç yaşlarında olan birinden öğrenmek zorunda kalmış olmak, yaptığı işte kıdemi olan biri için oldukça kabul edilemez bir durum olsa gerek. Aslında bu durum kendileri açısından utanç verici olmalıdır. Böylesi bağnazlar için ne kadar da acınası bir durum…
Elbette sonuç ne olursa olsun dereyi geçerken atı değiştirmenin doğru olmayacağını söyleyen 16-18 yaşından büyük hiç kimse ya da hiçbir öğretmen o gün orada yoktu. Atı değiştirmek bir kenara mücadeleye tam bir gün kala her şeyin çok önceden belirlendiği bir süreci bozmak kimin neden işine gelirdi ki? Böylesi bir fitneyi mücadeleden tam bir gün önce çıkartarak olumsuz bir psikolojik baskıyı üzerimizde kim neden kurmak isterdi ki? Üstelik kıdemli bir öğretmen bunu acaba neden yapardı ve neden yapmıştı? Bir öğrenci bile bunları düşünebiliyorken, öğretmen konumunda olan biri bunları hiç mi düşünmemişti? Bence işin arka planı çok daha başkaydı.
Kendisi o günlerde iki olan ve birbirleriyle utanç verici şekilde çok saçma çekişmeler halinde bulunan federasyonlardan da elbette haberdardı. O aşçılık federasyonlarının başındakilerden biri olan Ankara’daki malum kişiye babamın şahsıma söylediği cümleyi laf taşıyarak söyleyen öğretmen de işte bu resimdeki öğretmendi. Çünkü bazı yarışmalarla ilgili konuştuğumuz bir dönemde babamın düşüncelerini de kendisine açık yüreklilikle söylemiştim. Sonrasında bu öğretmenin benden duyduklarını alarak ilgili malum kişiye laflar taşıdığını öğrenmiştim. Burada önemli olabilecek bir diğer hususta bu laf taşımacılığını yaparken acaba bu öğretmenin araya daha başka neler katmış olabileceği ile ilgili olabilir. Elbette mesleğimizle ilgili sadece gerçek olan doğruları söylemek ve savunmak bizde aile geleneğidir. Bu yüzden aslında babam bana hayat tecrübesi olan bir konuyu bu vesileyle öğretmişti. Kendileri görünürde öğretmendi, ancak sektörümüzde federasyon ya da dernekler için aynı zamanda kıdemli olarak laf taşıma ve dedikodu işi de yapıyormuş. En azından bunu da o günlerde öğrenmiştik.
Peki lafını taşıdığı konu ne miydi? Aslında birçoğunun bilmekte olduğu ve yakın zaman içinde de dillendirebildikleri konulardandı.
Rahmetli öğretmenim Zeki Gülyiyen o günde çoğu şeyin farkındaydı. Bazı yarışmalarda verilen ödüllerin kazananlarının malum kişiler tarafından çok daha önceden belirlendiğini bana söylemişti. Tabii bende bunu bu kıdemli öğretmenimize söylemiştim. Konuyla alakalı olanlar ise kendilerince çekiştikleri diğer federasyona nispeten yarışma düzenliyorlardı. Bu öğretmenimiz de benden aldığı bu sözü hiç bekletmeden Ankara Sheraton otelindeki malum kişiye söylemiş.
Bunlar, yani zamanında 2 olan aşçılık federasyonları kendi aralarındaki kısır çekişmelerin boyutunu bir ara öyle abartmışlardı ki maalesef yaptıkları uluslararası alanda bile ulusal mutfağımız adına utanç vericiydi.
Türk mutfağına uzun yıllar boyunca hiç kimsenin vermediği zararları vermiş olan bildiğimiz malum kişiyle birlikte bu öğretmenimiz Ankara Sherolton otelinin mutfak ofisinde otururken bizlerde yarışmaya katılacak olanlar olarak oradaydık. Yarışmaya hazırlandığımız süreç içerisinde tatlı yapacak olan arkadaşımız o gün orada pastane ustasından pekmezli yoğurt tatlısını öğrenmişti. Rahmetli babam bizleri Ankara’da Sherolton otelindeki malum kişi dahil, bazı otellerdeki diğer kişilerinde yanına yollarken kesinlikle art niyetle yollamamıştı. Aksine bana şunları söylemişti: “Oğlum bu meslekte herkesten bir şeyler öğrenirsin. Onlar benim arkadaşım git onlardan da bir şeyler öğren." anlayışı ve öğütlüyle beni ve arkadaşlarımı bazı yerlere yollamıştı. Tabii gittiklerimiz meslekte nasıl bir şef olunması gerektiği anlamında ne kadar öğreticiydi, o tartışılır. Ancak hayat tecrübesi anlamında ve nasıl olunmaması gerektiği anlamında gayet öğretici olmuşlardı. Nasıl olunmaması gerektiği konusunda canlı örnekler olarak hafızamızda yer etmişlerdi.
Yarışmada tatlıyı yapacak olan arkadaşım o gün orada pastane ustasından tatlı öğrenmişti. Bu sırada ofiste malum kişiyle beraber bahsi geçen öğretmende oturmaktaydı. Ofise yaklaştığımızda bu öğretmenin yüzündeki o tebessümü hala hatırlıyorum. Bulunduğu ofisinden bir sinirle çıkan malum kişinin cahilce söz ve tavırlarının nedenine aslında ilk anda anlam verememiştim. İşte yukarıda demiş olduğum ve babamın bana söylediği o laf taşıma tam olarak orada gerçekleşmiş diye düşünüyorum. Çünkü malum kişinin o gün oradaki tavırları oldukça saçmaydı ve cahilceydi. Kendince çok anlamsız şekilde farklı konularda cahilce tavırların nedeni olsa olsa düzenledikleri yarışmalardaki düzmece-şaibeli-şikeli ödülleriyle alakalı olarak duyduğu acı gerçekler olabilirdi.
Tabii doğal olarak malum kişi kendisine taşınan laftan rahatsız olmuştu. Ancak laf taşıyan acaba kendince başka uydurma laflar da türetmiş miydi? İşte ondan tam olarak emin olmamakla beraber bunu da olasılık dahilinde değerlendiriyorum.
“Yarışmaların kazananları çok önceden belirlenmiştir.” cümlesinin üzerine bu lafı taşıyan öğretmenin bire bin koyarak malum kişiye anlattığını tahmin ediyorum. Elbette malum kişinin o gün oradaki anlamsız ve yersiz tepkisinin nedenlerinden birisinin de bire bin koyularak anlatımdan kaynaklı olabileceğini ayrıca düşünüyorum.
İnsanlar bazı hakikatleri duyduklarında sinirlenebilirler. Ancak burada asıl mesele bazı şeylerin bire bin katılarak nasıl nakledildiği ya da nasıl nakledilmiş olabilme olasılığı ile alakalıdır. İnsanların hakikatleri duyduklarında sinirlenmeleri ya da etrafta seslerini yükselterek bağırmaları aslında suçluluk psikolojilerinin bir gereğidir. İşte bende o gün orada o malum kişide öyle bir psikoloji gözlemlemiştim.
Yaptıkları işlerde vicdanları her anlamda rahat olan kişiler zaten hakikatin peşinden gitmeye çabalayan kişilerdir. Bu yüzden vicdan sahibi kişiler gerçeklerden kaçmak yerine gerçekleri takip ederler, gerçekler karşısında gereksiz şekilde sinirlenip saçma tavırlar içine tamamen farklı olan anlamsız konuları dile getirerek girmezler ki vicdanları her zaman rahat olsun. Gerçekleri savunanlar farklı meseleler üzerinden anlamsız yere söylenerek sinirlenmek yerine asıl konuşmaları gereken meseleyi konuşurlar. Asıl meseleyi konuşmaktan kesinlikle kaçmazlar. Aksini yapanlar ise işlerini gayriahlaki ve gayrihukuki yollarla yürütenlerdir. Onların birçoğu farkında olmasa bile bazı konularda kendilerini ele veren tavırları sergilemişlerdir. Suçluların gerçekler karşısındaki tepkileri zaten suçlarını bilmelerinden ötürü kendi kendilerini ele vermekte olan tepkilerdir. İşte bende o gün bu öğretmenin olduğu ofisten sinirle çıkan malum kişinin tavırlarından ve tepkisinden ondaki suçluluk psikolojisini rahatlıkla anlamıştım. O malum kişi aslında o gün bizim önümüzde kendince çok alakasız bir konuda sadece gösteri yapabilecek bir durumdaydı. Ama bu gösterisi onun cehaletinin ve suçluluk psikolojisinin gösterisi olmuştu.
Sonrasında İstanbul’da katıldığımız o yarışmada sayın kıdemli öğretmenimizin psikolojik baskıları, azarları karşısında boyun eğmeyerek hatta tebessüm ederek direnmiştim. Başta kendileri ve orada bulunanlar bu süreci çok iyi bilirler. Evet, son gün baskısına rağmen fikirlerimi değiştirme gereği bile hissetmeyerek yapacağım çalışmayı aynen koruduğum için hiç pişman olmadım. Arkadaşlarımızda hiç pişman olmadılar. Bizlerden sorumlu olan öğretmenimiz ayrıca bizi tebrik etmişti.
Eğer yapmam gerekeni baskılara boyun eğmiş olarak hiç yapmamış olsaydım; işte asıl o zaman pişman olurdum. Ustalar kategorisinde elimiz boş dönmedik. Ancak ben o günlerde asıl öğrenilmesi gerekenleri bu değerli öğretmenden öğrendim. Öğrendiklerimle ilgili olarak unutulmaması gerekenleri ise kesinlikle hiç unutmadım.
O gün orada bulunan diğer değerli öğretmenlerimiz;
Esasen o gün sizlerden sessiz kalmanız yerine emektar kıdemli öğretmenimizin özellikle şahsıma olan o yüksek sesiyle olan baskıcı anlayışına karşı olarak ufakta olsa bir tavır sergilemenizi ya da bir söz söylemenizi beklerdim. Ancak sizler sessiz kalmayı tercih etmiştiniz. Elbette buna da saygı duyuyorum. Ancak bu tavrı en basit sebebiyle neden sergilemeniz gerekirdi meselesini şüphesiz ki sizler de çok iyi bilmektesiniz.
Psikolojik şiddette, baskıya ve fikir savaşına neden olan konu ne miydi?
O konu elbette 1. Dünya savaşının çıkışını tetiklemiş olan bir neden gibi olmasa da rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: O sebep aslında konuya özü itibariyle bakabileceklerin çok iyi anlayacakları çok önemli bir meseleydi.
Konu, kıdemli öğretmenimize göre yapılması asla mümkün olmayacak olan bir patates püresinden ibaretti. Yanlış okumadınız. Sadece patates ve püresi… Peki bunca yazı bir patates ve o patatesin püresi yüzünden mi? diye soruyorsunuz. Birtakım insanların “Bunlar önemsiz, boş şeyler” tarzı düşüncelerini zihinlerinde canlandırdıklarını da tahmin edebiliyorum. Zaten bu yazılarım da kesinlikle onlar için değil. Böylesi bir neden şimdilik de olsa henüz 3. Dünya savaşını tetikleyecek bir sebep gibi gözükmese de kesinlikle bu ve benzer meseleleri asla küçümsememek gerekir. Sonuçta insanlık tarihinde ne gibi nedenlerin, nelere sebebiyet vererek ne gibi sonuçlar doğurduğunu eğer bilirseniz ve düşünebilirseniz; işte o zaman zaten bu gibi konuları da asla küçümsemezsiniz.
Evet! konumuz bana göre yapılması basit olan hatta daha önceden de yaparak bizlerden sorumlu olan sınıf öğretmenimize ayrıca göstermiş olduğumuz file bademle kaplanmış, kızartılmış patates püresiydi. Çırağan Sarayında çalıştığım dönemde oradaki ustalardan öğrenmiştim. Yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi; sakın aldanmayın meselenin birkaç porsiyonluk patatesin püresinden ibaret olduğuna… Esasen kaldığımız otelin lobisini ayağa kaldıran ve şahsıma yönelen şimşek-yıldırım misali psikolojik şiddetten farksız olan o azarların nedeninin bir patates püresi olması benim suçum asla değildi. Belki de o öğretmenimiz asıl amacını yerine getirecek bir neden arıyordu. Bunun içinde bulduğu en makul şey patates ve patatesin püresi bahanesiydi.
Öğretmenimiz “Patates püresi kızartılmaz. Dağılır.” dedikçe ben “Yaptım oldu, hiçte dağılmadı.” diyerek tebessüm ediyor ve gülümsüyordum. Evet, ben o günde fotoğraftaki gibi yüzümde tebessüm ile önüme engeller çıkartmak isteyenlere gülümsüyordum. “Yapamazsın-Olmaz-İmkânsız” diyen, demiş olan kıdemli mutfak öğretmenlerinin bile gerektiğinde yüzlerine bakarak gülümsüyordum.
Tabii ki ilk başlarda kıdemli bir öğretmenin böylesi tutumuna ve anlayışına asla anlam verememiştim. Hatta o ilk anlarda üzülmüştüm. Ancak sonrasında gerçek öğretmenim olan kişi ile telefonda konuşmuştum. O, yani gerçek öğretmenim, yani Zeki GÜLYİYEN bana bazı şeyleri o yıllarda öğretmişti. Asıl öğretmenim olan Zeki GÜLYİYEN ile konuştuğumda kafamdaki tüm parçalar birleşmişti. Kendisi ertesi gün mücadele sabahı erkenden yarışma yerine gelmişti. Yarışmaya geleceğinden de kesinlikle haberim yoktu. Evvelsi gün telefonda görüşmemize rağmen bile bu konuda hiçbir şey dememişti. İlk başlarda bize destek olmak için geldiğini bile düşünmüştüm. Elbette bizi izleyenler arasında olması bana moral olmuştu. Ancak sonrasında anladım ki aslında ilk öncelik olarak o gün Zeki Gülyiyen oraya başka kategorilerdeki yarışmalarda jüri görevini yerine getirmek için gelmiş. Bunu da orada öğrenmiştim.
Asıl mesele idrak edebilenlerinde rahatlıkla anlayabileceği bir konuyla ilgilidir. Asılında bana göre buradaki asıl mesele bir patatesin püresi falan da değildir. Buradaki asıl mesele insanoğlunun doğumundan itibaren hayatıyla ve yaşama gayeleriyle de alakalıdır.
Bazıları tümden gelim ile bir şeyler öğrenebilir. Bazıları ise tümevarım ile bazı şeyler öğrenebilir. Bazıları olumsuzluklardan bile öğrenir. Bu esasen öğretmenlerin elinde olan bir şey değildir. Onlar ne kadar da yetenekli olsalar karşılarındakilerin kapasitesi kadar öğrencilerine fayda sağlayabilirler. Bazen de durum bunun tam tersidir. Öğretmenlerin yeteneklileri sınırlı olabilir. Öğretmenler kendi alanlarıyla ilgili yeterli donanıma ya da bilgiye bile sahip olamayabilirler. İşte bu durumda eğer o sınıfındaki öğrenci ya da öğrenciler yetenekli ise; o zaman bu kategoride yer alan öğretmenlerin eksiklerinden ya da tüm olumsuzluklarından bile önemli şeyler öğrenilebilir. Bunlar asla şaşırılacak şeyler değildir. Çünkü okullar dolayısı ile eğitim sistemini temsil edenlerin birçoğu dünyamıza ve insanlığa en önemli faydaları sağlamış olan dâhilerin neredeyse hepsini çoğu zaman anlayamamışlardır. O yüzden bazı şeylere ve bazılarına gereğinden fazla anlam yüklememeli veya gereğinden fazla değer vermemeliyiz.
Öğretmenlerimiz, onlar hangi kategoride yer alırlarsa alsınlar her halükârda teşekkür edilmesi gereken bir mesleği icra etmektedirler.
Meslekten ziyade hayatı da bana erken yaşta öğretmiş olan tüm öğretmenlerimize teşekkür ediyorum. Bunların içinde ilkokul öğretmenim olan ve gereksiz olarak az dayağını yemediğimiz değerli bir öğretmenim daha vardır. Kendisi hanımefendi öğrencilerinin bir kısmına okumayı ve yazmayı döverek öğreten öğretmenlerdendi. İşte ben bazı öğretmenlerime bu şekilde teşekkür ediyorum. Kimilerine ise öğrencilerinin düşünmelerine, sorgulamalarına ve sorumluluk alarak düşündüklerini ya da öğrendiklerini uygulamalarına izin verdikleri için bile teşekkür edebiliyorum.
Ne Kadar Garip,
Sizce de Garip Değil Mi…
Bir insanın ya da bir öğrencinin en temel hak ve özgürlüklerinden olan şeyleri elde ettiği için başkalarına teşekkür etmesi aslında ne kadar da garipsenmesi gereken bir durum. İşte bu yüzden eğer bazı öğretmenlerimize teşekkür etmek istiyorsak bu kesinlikle zaten hakkımız olan temel özgürlüklerimizle ilgili olamaz. Yani bir öğretmene insanların temel hak ve özgürlüklerini engellemediği için teşekkür etmek saçmadır. Engelleyen bağnazlar ve baskıcı tutumları bulunanlar zaten öğretmen değillerdir. Bunu ayrıca ifade etmesem, insanların birçoğu bu açıdan asla düşünmeyecektir. Her neyse, şimdi bu konuyu bile felsefeye bağladı diyecek olanlar da olacaktır. Ancak bana göre sağlam temellere dayalı felsefesi olmayan şeylerin çoğu aslında bu dünyada hiç olmamıştır.
Bizleri her anlamda samimi olarak hayata hazırlayan, hazırlamış olan tüm öğretmenlerimize teşekkür ediyorum. Bazı öğretmenlerin asla sergilememeleri gereken tavır ve davranışlarından bile önemli şeyler öğrendim. Örneğin bazı öğretmenler sınıfındaki öğrencilerin ailelerinin toplumdaki statülerine veya babalarının mesleğine göre o ailelerin çocuklarına çok daha farklı muameleler yapmışlardır. İlkokul öğretmenimiz de bu konuda çok yetenekliydi. Kimi ailelerin çocuklarına sevecen ve sıcak bir yaklaşım sergilerken, kimilerine oldukça soğuk, hatta şiddet sergileyen bir tutumla yaklaşırdı. Elbette kendileri hanımefendi o dönemde de kendisini modern zannedenlerdendi. Belki de çok modern olduğu için o öğretmenimiz hanımefendiyi de elinde uzunca bir sopa ile oturduğu yerden ilkokul çocuklarına vururken, şiddet uygularken hatırlıyorum. Bugünlerde bunların nedenlerini çok daha iyi anlıyorum.
Acaba onlar bu yaptıklarının gelecekte ne gibi toplumsal yaralara neden olabileceğini hiç düşünmüşler miydi?
Acaba onlar gerçekten Atatürk’ün ne demek istediğini anlamışlar mıydı?
Acaba bu öğretmenler Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün resimlerini paylaşırken, atamızın rozetlerini yakalarına takarken onun söylediği “Öğretmenler! Yeni Nesil Sizin Eseriniz Olacaktır.” sözünü ne kadar anlamışlardı veya bu sözden gerçekten haberdar mıydılar?
Eğer bu sözden haberdarlarsa ve bu sözü gerçekten anlamışlarsa, o öğretmenler neden Mustafa Kemal Atatürk’ün işaret ettiği öğretmenlerimizden olamamışlardı?
Belki de geçmişte milyonlarca çocuğun zihninde olumsuz iz bırakan çok daha ağır uygulamaları bile uygulamış olabilme ihtimalleri yüksek olan böylesi modern görünümlü bağnazların bu tarz bilinçsiz tutumları acaba nereden kaynaklıydı?
Henüz ilkokul çağında olan çocuklara uyguladıkları şiddet eğilimleri hangi modernliğin anlayışıydı?
Giyim kuşamla mı modern olunuyordu? Yoksa bu modernlik düşünce yapısıyla daha fazla alakalı olabilir miydi?
Modernlik dedikleri şey insanların veya toplumların kültürlerini-dillerini yozlaştıran, yok eden bir anlayıştan ibaret olamazdı. Kültürümüzle veya kültürümüzden gelen geleneksel kıyafetlerden ziyade gerçek modernlik daha çok zihinlerle ve düşünce yapısıyla çok daha fazla ilgiliydi. Bu yüzden modernlik adı altında kültürümüzle ilgili geleneksel kıyafetlerin yadırganması da asla modernlik ile bağdaşmazdı. İşte o yüzden modernlik dediğimiz şey aslında toplumların ileri gitmesini sağlayan teknoloji, bilim ve teknik detaylarla beraber tüm bunlarda atılım yapabilecek olan bir düşünce yapısıyla çok daha ilgiliydi. Modern diye nitelediğimiz kılık kıyafet çağa ayak uydurabilmemiz için elbette gerekliydi. Ancak çağa ayak uydururken yozlaşmak pahasına modernlikten anladığımız kendi değerlerimize veya kendi geleneksel, yöresel kıyafetlerimize karşı düşmanca tavırlar takınarak yadırgamakta kesinlikle doğru bir yaklaşım olamazdı. Aslında bunlar gerçekten hoşgörüyle ve doğru eğitimle aşılabilecek çok basit meselelerdi. Ancak birçoğunda gerçekten hoşgörü hiç yoktu. Bu yüzden bazıları modern olmayı ya hiç anlayamamışlardı ya da çok yanlış anlamışlardı. İşte ulusal mutfağımızla ilgili olan “Modernlik” anlayışının o hiç anlaşılamamasının ya da çok yanlış anlaşılmasının tezahürünü buradan da çok rahatlıkla anlayabilir veya kolaylıkla kavrayabilirsiniz. Aynı durum ulusal mutfağımızın yemekleri içinde geçerlidir. Modernlik adı altında yemeklerimizde çok uzun yıllardan beri yozlaştırılıyor. Bunları yapanların anlamadıkları sözde modernlik aslında onların anladığı bir modernlikle de asla bağdaşmıyor. Bunlar kültürel yozlaşmayı modernlik zannediyorlar. Düzenlenen birtakım etkinliklerde veya yemeklerimizde modernlik adına kullanılan alakasız isimler, içerikler ya da bazı sunum şekilleri ulusal mutfağımızı hiç olmadığı kadar yozlaştırmaktadır. Dünyanın önde gelen ulusal mutfaklarında bile bizde olduğu gibi bir yozlaşmaya asla rastlayamazsınız. Onlar, yani yabancı mutfak şefleri kendi yemek kültürlerinden ve geleneksel yemeklerinden bu anlamda taviz vermediklerinde kendi toplumlarında daha fazla değer görüyorlar. Bizde ise sözde değer görenler yemek kültürümüzü her anlamda yozlaştıranlar hatta yok olmasının yolunu açanlardır. Bunlar aslında toplumda kesinlikle itibar görmemesi gereken bir güruhtur. Yine bu güruh içinde olanlar kendi bulundukları güruha karşı çıkanları modern olmamakla ya da çağ dışı olmakla bile bazı ortamlarda yaftalayabiliyorlar. Ancak bizim içimizdeki asıl çağ dışında kalmış olanlar kendilerini modern zanneden güruhta bulunanlardır. Bu güruhtaki bazı şuursuzlar ulusal mutfağımıza verdikleri zararlarına ve mutfak kültürümüzü yozlaştırma çabalarına çok rahatlıkla kılıf uydurabiliyorlar. Bu yüzden de maalesef toplumun büyük bölümü onlara bilinçsizce alkış tutabiliyor. Onlar, yani söz konusu güruhta bulunanlar bazen çok rahatlıkla kendilerine karşı düşünceler belirtebilme ihtimalleri olanları bile olumsuz olarak asılsız şekilde yaftalayabiliyorlar. Bu güruhtan olanlar tüm bunları açık olarak kamuoyu önünde yapmasalar bile bazı şeyleri dolaylı şekilde ya da işin perde arkasından çok iyi yapabiliyorlar. Dünyanın önde gelen mutfak kültürlerinde ve onların toplumlarında ise asıl tepki görenler kendi yemeklerini yozlaştıranlardır. O yüzden bizde olduğu gibi bazı karakterlerin o toplumlardan çıkma olasılığı çok düşüktür. Bazı karakterler o toplumlardan çıksa bile bizde olduğu gibi onları ilgili toplumlarda takdir edilirken ya da alkışlanırken asla göremezsiniz. Kısacası toplumumuzda tanınan bazı karakterler oldukları şekliyle bazı yerlerde asla prim yapamazlar.
Öğretmenlerimizle ilgili konuya tekrar dönecek olursam. Yukarıda da ifade ettiğim şekilde; belki de bu anlayışlara sahip olan öğretmenler sadece aldıkları maaşları, sosyal güvenceleri ve hayatlarını garantiye alacak olan bir emekliliği çok daha fazla önemsiyorlardı ya da sadece bunları düşünüyorlardı. Şu hâlde görevlerini gerektiği gibi yerine getirememiş olduğunu düşündüğüm bazı öğretmenlerime de bu yazı vesilesiyle bugüne kadar almış olduklarıyla hep mutlu olmalarını canı gönülden diliyorum. Onlara mutluluklar diliyorum dilemesine ancak hakikatler karşısında vicdanen rahatsızlık hissi de duymalıdırlar diye de düşünüyorum. Çünkü onlar bazı önemli konularda görevlerini hakkıyla yerine getiren öğretmenler kategorisinde kesinlikle yer almıyorlar. Bana göre onlar bu anlamda en önemli görevlerini hakkıyla yerine getirememiş olanlar kategorisinde yer alıyor. Yine bu kategoride yer alan öğretmenler, Mustafa Kemal Atatürk’ün işaret ettiği öğretmenlerimiz arasında ise hiç yer alamadılar.
Elbette bütün öğretmenlerimiz aynı şekilde, aynı kategoride asla değerlendirilemez. Bende yerleri çok ayrı ve çok daha değerli olan öğretmenlerde var. Hiç şüphesiz toplum genelinde ne değerli öğretmenlerimizde vardır. Ben tüm öğretmenlere “Değerli” diyorum. Çünkü onların olumsuz tavırlarından bile hayata ve yaşama dair bazı şeyler öğrenmişimdir.
Ayrıca o gün orada, o etkinlikte bulunan tüm öğretmenlerimizi bilhassa çok ayrı tutuyorum. Tabii ki ilkokuldaki sınıf öğretmenimi de çok ayrı tutuyorum. Onlara tıpkı o günlerde de gülümsediğim gibi bugün de gülümsüyorum. Tebessümle gülümserken de yazımı burada şu sözler ile bitirmek istiyorum; “Büyük olmak için kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, ülke için gerçek amaç ne ise onu görecek ve o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. Fakat sen buna karşı direneceksin, önüne sonsuz engeller de yığacaklardır; kendini büyük değil küçük, zayıf, araçsız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Bundan sonra da sana büyük derlerse, bunu söyleyenlere güleceksin.”
Bazı kişilere ve bazı öğretmenlere tebessüm ve gülücüklerimle…
Bütün Öğretmenlerimize ise;
En Derin Saygı ve Sevgilerimle
Tolgahan Gülyiyen
KONUYLA İLGİLİ OLABİLECEK BAĞLANTILAR
24 KASIM 2020 - ÖĞRETMENLER GÜNÜ MESAJI